Hamilelik çok farklı bir süreç. İnsan kendi kanıyla besleyerek içinde bir canlıyı büyütüyor. Doğum, karnında varlığını bildiğin canlının somuta dönüştüğü an. 9 ay 10 gün boyunca sadece tekmelerini, hareketlerini hissederek yaşadığın, ultrason görüntülerine bakarak avunduğun, kime benzediği hakkında fikirler yürüttüğün, daha onu görmeden sıkı sıkıya karşılıksız bir sevgiyle bağlandığın parçana bir süre sonra dokunmak, sarılmak istiyorsun.
Hatırlıyorum, eşimle birlikte, onu ekranda görebilmek için doktor kontrollerini her ay iple çekerdik.
Ben de Minik Duru’ma nihayet kavuşacaktım. Geldi gelecek derken tam 9 ay 14 günü dolu dolu yaşadım kızımla. Ona Madredeus dinlettim, konuştum, bol bol gezdirdim, güzel yemekler yedim, sağlıklı beslendim, yürüyüş yaptım, sakin sakin hamileliğimin tadını çıkardım. Sanırım hayatımın en güzel dönemiydi. İlk birkaç ayki bulantılı dönemi saymazsak çok da iyi geçmişti, hatta son akşam eşimle birlikte yemeğe bile gitmiştik.
Onu uzun süredir bekliyor olmamızın nedeni; doktorumuz Aylin Hanım’ın 37. haftada bana biraz dinlenmemi, ayakta kalmamamı, bebeğin aşağıya indiğini, her an doğumun olabileceğini söylemesiydi. O tarihten itibaren her gün ne zaman gelecek düşüncesiyle yatıyor, sabah kalktığımda “bu gece de gelmedi” diyordum içimden. Hatta her sabah annemler, kayinvalidem, arkadaşlarım arıyor, doğurup doğurmadığımı merak ediyorlardı. En son kontrolüm sanırım 8 Haziran Pazartesi’ydi. Kontrolde doktorumuz nihayet son günü belirledi, 10 Haziran Çarşamba sabahına kadar normal yolla doğmazsa epidural sezaryen yapacaktı. Hatta istersem biraz daha bekleyebileceğimizi söyledi. Artık sabrım kalmamıştı ve 10 Haziran Çarşamba sabahı Metropolitan Florance Nightingale’de buluşmak üzere vedalaştık.
Son akşam o kadar heyecanlıydım ki doğru dürüst uyuyamadım normal olarak. Zaten son haftalarda uykular iyice azalıyor. En son yarı oturur pozisyonda uyumaya başlamıştım. Son gece de öyle oldu. Kalan birkaç şeyi toparladım, çantamı önceden hazırlamıştım. Ardından “Belki bu akşam son fırsatını değerlendirir ve kendisi gelmek ister” düşüncesiyle uyumaya çalıştım.
Sabah kalktığımda içim kıpır kıpırdı. Doğumdan hiçbir zaman korkmadım, sadece Duru’nun sağlıklı olup olmayacağı endişesini taşıyordum. Sabah eniştem, ablamla yeğenim Emir’i bize getirdi. Onlar gelir gelmez hep birlikte evden çıktık. Emine ve Ebru’yla hastanede buluşacaktık. Serhan’ın annesi, babası, ablası, abisi, yengesi ve babam da hastaneye geleceklerdi. Oraya vardığımızda ilk gelen Emine oldu, sonra da Ebru. Biz işlemleri yaparken onlar durum kritiği yapıyorlardı. Sonra odamıza çıktık, doğum fotoğrafçımız Çiseren de oraya geldi. Ameliyathane dolu olduğundan biraz bekleyecektik. Saat 9.00 gibi hazırlanmaya başladım. Tansiyonum ölçüldü, bebeğin durumuna, nabzına bakıldı. Üzerimi çıkardım, bana garip bir kağıt-naylon karışımı önlükle bone giydirdiler. İyice heyecanlanmaya başlamıştım. Nihayet gitme vakti gelmişti. Tüm eş dost, gözyaşları içinde beni ameliyathaneye uğurladılar. Eşimin elini tuttum, sedye üzerinde koridordan geçerek hastabakıcı, birkaç hemşire ve doğum fotoğrafçımızla asansöre bindik.
Ameliyathane garip bir yer. Oda oda. Çok aydınlık ve nedense buz gibi. Herkes bir yerlere koşturuyor. Bu telaş, zaten telaşlı olan yüreğinizi iyiden iyiye yoruyor. Eşim ve fotoğrafçım Çiseren’i giyinmeleri için başka bir yere aldılar. O sırada beni ameliyat masasının kenarına oturtup epidural anesteziyi uyguladılar. Garip bir his, birisi belinizden elektrik veriyor gibi hissediyorsunuz. En zor yanı da bunu yapabilmeleri için sizin kocaman karnınızla öne doğru olabildiğince eğilmeniz. Epiduralden sonra yavaş yavaş ayaklarımı hissetmemeye başladım. Bunun nasıl bir his olduğunu merak edip biraz da endişeleniyordum, allahtan o kadar da kötü değilmiş. Her zaman söylüyorum, insanoğlu çok garip bir yaratık, her duruma hemen alışıyor.
Sonra eşim ve Çiseren geldi. Ben sakindim, gülüyordum. Derken doktorum geldi ve operasyonun başlayacağını söyledi. Ellerimi iki yana açıp masaya bağladılar. Önümde bana neler yapıldığını görmemem için paravan gibi bir şey vardı.
Artık minik kızıma kavuşmaya dakikalar kalmıştı. Merakla beklemeye başladım. Karın bölgemde bir şeyler yapılıyor ama ben hissetmiyordum. Sadece çekiştirme ve sarsıntı gibi şeyler oluyordu sanki. Az bir zaman sonra Serhan’ın “Çok güzel” dediğini duydum.
Duru çıkmıştı, ama paravanın arkasında kaldığından ben hala göremiyordum. Sonra sesini duydum, kibar kibar ağlıyordu. Hemen havluya sarıp yanıma getirdiler, işte o an muhteşemdi. Epiduralin en iyi tarafı da bu, bence doğum yapan her kadının yaşaması gerekiyor bu anı. Kavuşma anı… Merak giderme anı… İnsanın aylarca içinde hissederek büyüttüğü canlıyı somut olarak gördüğü ilk an… Minik kızımı yanağıma değdirdiler. Nemli ve biraz soğuktu sanki, üşümüş müydü acaba? Hemen ağlamayı kesti. Bir müddet öyle kaldık, gözlerimden yaşlar akıyordu. Zamanın durmasını istedim.
Sonra hemen aldılar yanımdan, doğru doktor kontrolüne… Tartıldı, boyu ölçüldü, gerekli kontroller yapıldı. Merak içinde bekliyordum. En sonunda Selçuk Bey’den içimi rahatlatan cevap geldi: “Her şey yolunda.”
Bir an önce yavrumu kucağıma almak istiyordum. Tabii önce beni dikmeleri ve ellerimi çözüp beni buradan kurtarmaları gerekiyordu. O kadar kolay olmadı. Miyom ameliyatı da olacaktım. İşler umduğumuz gibi gitmedi. Kanamam durmadığından karnım dikildikten sonra tekrar açıldı ve müdahale edilerek tekrar dikildi. Anestezi doktoru eğer istersem beni tamamen uyutabileceğini söyledi ama şimdi biter, birazdan bitecek derken bunu istemedim. Dolayısıyla 2 saat boyunca tüm operasyonu çekiştirme ve sarsıntı şeklinde hissettim. Ameliyat bittiğinde beni ısınma odasına aldılar. Her yerim zangır zangır titriyordu. Ayaklarıma ve kollarıma sıcak hava üfleyen hortumlar koydular. Doktorumun yüzündeki endişeli ifadeyi görünce durumun gerçekten de ciddi olduğunu o zaman anladım. Rengi ruhsarı kaçmıştı, onu şimdiye kadar hiç böyle görmemiştim. O kadar çok titriyordum ki zorlukla konuşuyordum. Çok sıkılmıştım artık, ben yarım saat kaldığımı düşünürken tam iki saattir orada olduğumu söylediler.
Öyle böyle operasyon bitmişti nihayet. Bekleyenler endişelenmişler, ameliyathaneyi arayıp durmuşlar. Hatta hemşirenin biri “hastanın yakınları yakında burayı basacaklar” deyince, demek o kadar uzun kalmışım ameliyatta, dedim kendi kendime.
Biraz ısındıktan sonra odaya çıkardılar. Herkes endişeli gözlerle beni karşıladı. Ağlıyorlardı. Serhan çok merak etmişti beni. Bense hemen yavrumu istiyordum yanımda. Ben ameliyattayken hemşireler Duru’yu alıp yıkamış ve ilk bakımını yapmışlar bebek odasında. Aslında doğumdan sonraki ilk yarım saat içinde emzirmek gerkiyormuş ama ben ameliyattan çıkmayınca azıcık mama vermişler.
Sonra Minik Duru’mu yanıma getirdiler. Görünce ağlamaya başladım. O kadar minik ve savunmasız geliyordu ki… Çok garip hisler. Tarifi de çok zor gerçekten. Hormonların coşması sonucu da böyle karmakarışık oluyor insan. Benim de kötü bir huyum vardır, bir başladım mı bir daha susmam. Nitekim öyle oldu, o gün ve sonraki birkaç hafta boyunca Duru’ya bakıp bakıp ağladım mutluluktan. Bana mucize gibi geliyordu o, koruma içgüdüsü mü desem, acıma mı, şefkat mi, sevgi mi… Belki de bu kadar çok duyguyu bir arada yaşatan tek olay insanın bebeğinin olması…
Sıra emzirmeye gelmişti. Doktor Duru’nun emme refleksinin gelişmiş olduğunu söyledi. Hemşirenin yardımıyla emzirdim onu. Sütün gelmesi biraz vakit alacaktı. Bu hissin de tarifi yok, kendi bedeninden çıkan minik canlıyı yine kendi bedeninden salgılanan bir sıvıyla besleyip doyurmaya çalışıyorsun. Böyle bir şeyi bana yaşattığı için Yaradan’a şükrettim. Minik Duru, emdikten sonra mutlu mesut uykuya dalıyordu. Ben de onu seyredip seyredip ağlıyordum.
Ben acemi anne olarak bu minik canlıyla anneliğe dair her şeyi öğrenecektim. Hem korkuyordum hem de heyecanlanıyordum. Eşim bana çok yardımcı oldu, çünkü bazı konularda benden daha cesaretliydi. En keyifli zamanlarımız, herkes gittikten sonra Serhan ve Minik Duru’yla başbaşa kaldığımız anlardı. O uyanmasın diye fısıltıyla konuşuyor, emzirme haricinde her şeyi birlikte yapıyorduk.
Benim kanamam çok oluyordu, ilk gece yanımda ablam ve Ebru kaldı. Kötü bir geceydi, ayrıca yanlış emzirdiğim için göğsüm çok acıyordu. Anne olmadan anlaşılmıyormuş birtakım şeyler, öyle bir duygu ki her acısını bu minik canlı için unutabiliyor insan. Bu halde onu emzirmek o kadar zordu ki… Ama kucağıma alıp da sıcacık ve minicik ağzını göğsüme dayadığında bir tek onu doyurmaya odaklanıyordum.
İkinci ve sonraki günler daha kolay geçti. Hem benim acım biraz daha azalmıştı hem de kızımla birbirimize daha bir alışmıştık. Bebeğimi görmeye gelenler oluyordu, onlarla da ilgilenmeye çalışıyordum. Pelin bize çok güzel bir kurabiye sepeti göndermişti (tabii ilk halini resimlemeyi başaramamışım). Gelenlere hem bunlardan hem de önceden Serhan’la hazırladığımız, içinde çikolata ve badem şekeri olan minik keselerden verdik.
Doktorum Aylin Keriş hastaneden çıkmadan önce bana gereken her şeyi detaylarıyla anlattı. 3 günün ardından, cumartesi öğleden sonra hastaneden çıktık. Duru, yolda meraklı bakışlarla etrafı seyrediyordu. Trafik sıkıştığında biraz huzursuzlandı o kadar. Eve sağ salim vardık. İçeri girince evin her yerini gezdirdik. O da, bundan sonra bizlerle yaşayacağı yeri meraklı gözlerle inceledi.
Doğumdan yaklaşık 8 ay sonra ancak bu kadarını hatırlayabildim. O günleri düşündükçe sanki seyrettiğim bir filmin sahneleri gibi an an gözümün önüne geldi yaşadıklarım, aynı heyecanı ve duyguları hissettim. Fotoğraflara baktıkça da iyi ki Çiseren’le çalışmışım ve iyi ki bu güzelliği profesyonel bir gözün objektifiyle ölümsüzleştirmişim diyorum. Çok çok güzel bir tecrübeydi, böyle duyguları yaşattığı için de Yaradan’a şükrediyorum…