Grupanya’dan fırsat satın almıştım, Rahmi Koç Müzesi’ne ve Görünmez Müzisyenler Sergisi’ne iki kişilik giriş. Duru için istiyordum özellikle, trenler, uçaklar, gemiler görecek hatta içine binebilecekti, hem biz de görmemiştik. Pazar günü gitmeye karar verdik.
Duru uyumadan evden çıkmalıydık, yoksa çok geç oluyor geziyi hep ertelemek zorunda kalıyorduk. Giydirdim, iki dakika mutfağı toplamak için gittim, Duru da koltukta çizgi film seyrediyordu. Baktım ses soluk gelmiyor, salona gittim, Duru’cuk koltuğa yatıp uyumuştu bile.
Epey de uyudu, kalkınca azıcık çorba içirdim, hemen çıktık evden, yine saat 3’ü bulmuştu.
Müze çok güzel, keyifli. Tarihe tanık oluyorsunuz. Otomobillere hayran oldum. Hepsi pırıl pırıl, belki ilk günkünden daha yeniler. Nasıl hepsini toplayıp bu kadar bakımlı bir hale getirmişler, şaşırmamak elde değil.
1. Dünya Savaşı’ndan kalma ilk yardım aracı ve sterilizasyon aleti bile vardı. İlk yardım aracının içine bakabiliyorsunuz, garip hissettim kendimi bakarken nedense, kim bilir nelere şahit olmuştur. Kimlerin hayatı kurtarılmıştır yanı başında, kimlerinkinin vedasına şahitlik etmiştir…
Durucuk halinden pek memnundu. Makinelerin, otomobil parçalarının nasıl çalıştığına şahit oldu, düğmelere kendisi bastı ve izledi. Çok şanslı şimdiki çocuklar çook, o yüzden bu kadar farklı ve ilerideler…
Müzenin bir bölümünde eski dönemde kullanılan bebek arabaları, bisikletler ve çocuk otomobilleri vardı. Hepsi öyle estetikler ki, Duru’yu içine bindiresim geldi…
Fakat en güzeli, Görünmez Müzisyenler adıyla sergilenen müzik kutularıydı. Hepsi o kadar güzel ve ileri teknoloji ki bana göre, hem de olağanüstü estetikler. En çok panayır alanlarında çocuklar sıkılmasın diye yaptıkları müzik kutusunu beğenedim, atlıkarınca şeklinde, dönüyor ve açık havada işlev gördüğü için sesi oldukça yüksek. Müziği de harika, hâlâ kulağımda melodisi. Bir de dans salonları için yapılmış orkestra şeklinde müzik kutusu vardı. Akordeon, saksofon, davul, zil, hepsinin bir arada olduğu bir sistem yapmışlar. Ses çok net, müzik harika. Duru da sevdi burayı, ama aklı dışardaydı tabii.
Müzik kutularından sonra çorbasını yedirdim. O gün, ilginç bir şekilde çok yürümedi, çoğunlukla babasının omzunda tamamladı müze turunu. Babanın da pili bitti doğal olarak.
Orada bir de atlıkarınca vardı. Bir tur bindirdik, çok sevdi. İkinci kez de bindi. Bitince kendi inmek istedi, tekrar demedi.
Duru’nun en çok bu huyunu seviyorum. Ne istediğini, ne kadar istediğini biliyor. Yemek konusunda da böyle bu, fazlası yok…
Uçağa, gemiye bindi. Bahçede herkesin içine binebileceği klasik, kıpkırmızı bir otomobil de vardı. Oturttuk bizimkini, kırk yıllık usta şoför gibi geçti direksiyonun başına, vites falan değiştirdi bir de:)
Tren bölümünü sevmedi pek, gitmek istedi oradan. Ben de oradaki pembe trene bayıldım. Duru da yorulmuştu herhalde, en son trenlere baktık çünkü.
Kısacası herkes gidip görmeli. Bütün otomobiller, trenler, pırıl pırıl, bayramlıklarını giymiş gibi ziyaretçilerini bekliyorlar.
Akşam babaanneye gittik. Geçen hafta da görmemişlerdi, özlemişler, Duru da onları özlemiş. Selin’le oynadılar. Selçuk abiyle ise aşk yaşadılar. “Selçuut Selçuut” diyerek seslendi durdu amcasına.
Pek bir şımardı bir ara. Hafta sonu ara ara zorladı beni, benim sabrım da azdı herhalde, sert çıktım birkaç kez, sonra da üzüldüm. Bir yerde sınırını belirtmem gerekiyor bazı durumlarda. Normal söylüyorum anlamıyor, kesin bir ses tonu kullanıyorum anlamıyor, en sonunda bağırıyorum maalesef. O zaman da öyle kötü oluyor ki suratı, çok üzülüyorum. Dudağı hemen aşağı sarkıyor, gözleri doluveriyor, “yapma bir daha tamam mı” deyince “Tamam” diyor buruk bir ses tonuyla. Büyüdükçe daha mı zorlaşıyor ne? Yine de maşallahı var, haksızlık etmeyeyim, bu kadar sakin çocuğu ömür billah bulamazdım.
Böyle işte, uzun süredir istediğimiz bir geziyi daha gerçekleştirdik. Güzel ve keyifliydi…